MOR SALKIMLI EV

Bu eser, Halide Edip Adıvar'ın çocukluk günlerinden başlayarak 36 yaşına kadarki hayat hikâyesini anlattığı bir anı kitabıdır. Halide Edip, kendi çocukluğunu, yetişme yıllarını, ilk yazılarını, ilk evlilik ve ayrılığını anlatırken bir yandan da Millî Mücadele döneminin ve imparatorluğun son dönemlerinin panoramasını ortaya koymaktadır.
Yazarın kronolojik olmayan hatıralarında dağınık bir kompozisyonla verdiği anılar onun aklına ne geldiyse, o anda yazdığı intibaını uyandırmaktadır. Bu tarz “hummaya tutulmuş gibi yazan” Halide Edib’in tavrına da uymaktadır.

Halide Edip, 1882'de Mehmet Edip Bey'in kızı olarak Beşiktaş'ta Mor Salkımlı Ev'de dünyaya gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden ayrılmakla birlikte her defasında Mor Salkımlı Ev'e geri döner. Halide'nin annesi Bedrifem Hanım, o, küçük yaşta iken veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik hatırlamaktadır. Annesinin ölümüyle ilgili hatırladığı belki de en önemli anı, annesinin cenazesinde gördüğü safran rengi örtüdür. Bundan dolayı yazarın korkularında ve nefretlerinde hep safran rengi vardır.

Halide'nin hayatında, mor salkımlı evde 'Haminne' diye hitap ettiği anneannesinin büyük yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım (Haminnesi), Mevlevi, çok merhametli, cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya çabalayan bir insandır. Haminne'siyle birlikte Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide'nin annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır.

Halide Edib'in zihninde, babası Mehmet Edip Bey'in de büyük bir yeri vardır. Mehmet Edip Bey, işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide, annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için babasının sarayda kaldığı bir gece evde 'Babamı isterim!' diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür. Durumu zar zor nöbetçilere anlatan seyis sonunda kızı babasına ulaştırır. Yazarın, annesinin ölümünden sonra en sevdiği iş, babasının atıyla saraya gidişini izlemektir.

Bir süre sonra, Mehmet Edip Bey, bir başkasıyla evlenerek Yıldız'da bir ev tutar. Halide yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz. Mor Salkımlı Ev’i ve oradaki yakınlarını özler. Babası Mehmet Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü benimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden şekerleme yemesine bile izin verilmez, akşamları mutlaka süt içirilir. Halide, bugünlerde kendini çok yalnız hisseder.

Küçük Halide, Kiria Eleni adlı bir Rum kadının işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki tek Türk çocuğudur. Kiria Eleni'yi çok sever ve burada bir sıcaklık hisseder. Ondan Rumca öğrenir. Fakat babasının evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun hastalanmasına neden olur ve babası mecburen onu Mor Salkımlı Ev’e gönderir.

Yazar çocukluktan yavaş yavaş çıkmaya ve büyümeye başlamıştır. Artık hatıralarını bir film gibi hatırlamaktadır. Bir gün lalasıyla Fulya tarlaları tarafında, yıkılan bir duvar altında kalan bir köpeği hatırlar anıları arasından. Yanındakiler köpeğin bu durumuna gülmüş, hatta nişan alıp taş atmışlar; fakat o, hayatı boyunca bu manzarayı unutamamıştır. Aslında kitabın devamında sıkça söz ettiği hayvan sevgisini de bu olaya borçludur.

Küçük Halide bir keresinde hasta olur. Anneannesi çocuğun az önce adı geçen köpekten korktuğunu düşünür ve yazarı bir hocaya gösterir. Kitapta önemli bir şahıs olan Arziye Hanım da bu vesileyle karşımıza çıkar. Yaşadığı muhitte sosyete için cin ve peri hocası olan bu kadın nüfuzlu ve kurnaz biridir. Bu sayede de oldukça iyi bir hayat sürmektedir. Nihayet babasının getirdiği doktor sayesinde sağlığına kavuşan yazar şu tespitte bulunur: Çocukluğumda geçirdiğim hastalıkların bir kısmı moral ve şok neticesi ile gelen zafiyete, bilhassa hayata karşı alakamın kaybolmuş olmasına tesadüf eder.


En iyi arkadaşı bu dönemde Şayeste adında bir kızdır. Şayeste onun tanıdığı insanların en esmeridir ve ona hiç yıkanmıyormuş hissi vermektedir. Güçlü, sağlıklı, çalışkan ve iştahlı bir kızdır. Kendisi tam aksine yemek yeme konusunda bile tembeldir. Onunla birlikte geçirdiği Ramazan ve Kurban bayramlarını unutamaz. Küçük Halide kurbanlara acımaktadır. Şayeste konuşkandır aynı zamanda. Fakat soru sormaz Halide’ye. Belki de iyi dost olmaları bundandır. Yazar bir özelliğini açıklar burda: “Hayatta suale çekilmek kadar beni çileden çıkaran bir şey yoktur. Çocuk olarak o kadar içime kapanmıştım ki her sual ruhumun duvarlarını aşıp zorla içime girmek için yapılan bir tecavüz gibi gelirdi bana.” (s.41) Bu yüzden yıllar sonra bile gazetecilere mülakat vermekten çekinir. Çünkü sualler onda ortalık yerde esvabını çıkarmak istiyorlarmış gibi tesir yaratmaktadır.

Burada Arziye Hanım tekrar karşımıza çıkar. Hastalık zamanlarında onu mutlak yazarın döşeğinin yanında görmekteyiz. Yazar onu şöyle anlatmaktadır:

“O günlerde her loğusanın kırk gün müddetle perilerin eline düşmek tehlikesine maruz kaldığına inanılırdı. Kırk gün loğusalar yalnız bırakılmazlar -şayet evde kendini bekleyecek kimsesi yoksa- bir komşu gelir, başında oturur, dışarı çıkmaya mecbur olursa kapının arkasına bir süpürge kordu. Yani süpürge, perilere karşı herhangi bir insan kadar muhafız vazifesini görürdü. Loğusanın başına mutlak bir kırmızı kurdele, başının ucunda bir Kur'an bulundurulur, perileri kaçırmak için her akşam çörek otu, üzerlik tütsüsü verilirdi.

Her halde bu tabiatüstü tedbirlerden biri ihmal edilmiş olacak ki Arziye Hanım; perilerin eline düşmüş, falcı olmuş, hastalık, loğusalık veya herhangi bir felakette, bilhassa büyü yahut perilerin eline düşen bütün yüksek sosyetede kendine bir isim yapmıştı.

Perilerin, bir hastayı bırakmak için istedikleri, hastaların içtimai vaziyetlerine göre, horozdan kırmızı loğusa şekerinden başlayarak, kuzuya veya altınlara kadar yükselirdi. O günün evlenme, boşanma, aile geçimsizliğine ait esrar hep Arziye Hanım'ın evinde açılırdı.” (s.45)

Sevdiklerine, kendini, varını, yoğunu hiç bir temas ve maddi karşılık beklemeden veren Haminnenin de bu küçük çocuktaki tesiri Büyükbaba kadar mühim olmuş, ikisinden de birçok şeyler tevarüs etmiştir. Yazar onu şöyle anlatır:

“Yazı yazmak tarafımın Haminneden geldiğine hiç şüphe yoktur. Zamanının ve belki de tahsilinin derecesi, bir muharrir olmasına mani olmuştur, fakat en bahtiyar zamanı bir tarafa çekilip birtakım aşk hikâyeleri veya şiirler yazdığı saatlerdir. Garip olarak yazdıkları kendi mizacına çok zıttır. Handan çıktığı günlerde, bir akşam bana koltuğunun altında bir defterle geldi; hayli sıkılarak bir hikâye yazdığım söyledi, bunu bastırmanın mümkün olup olmayacağını sordu. Kitabı okudum. O kadar iptidai ve mübalağalı bir hassasiyetle dolu idi ki hususi konuşmalarında orijinal, hatta zaman zaman mizaha kaçan Haminnenin neden bu kadar kendinden başka şeyler yazdığına şaştım. Bastırmanın mümkün olmadığını söyleyince fena halde kırıldı.
     Neden basmayacaklarmış? Senin kitabın çok satılıyor, benim borçlarım, faizlerim yükseldi.
     Benimki biraz başka.
     Başka mı? Neresi başka? Hep aşk hikâyesi, benimkinde seninkinden daha çok aşk var. Bir piyano bile soktum, âşıklar pencereden konuşuyorlar, sevişiyorlar. Seninki gibi ikisini de bir odaya koyamam. Bunu alacaklılarımın hepsi bir araya gelse bile yaptırmam.”(s.53)

Yazar çocukluk yıllarına ait ramazan ayını da etraflıca anlatır. Süleymaniye Camiine gidişi ve orada gördükleri, dönemin sosyal hayatını vermesi bakımından ilgi çekidir. Yazarın çizdiği panorama şöyledir:

“O günlerde İstanbul'un bu kısmı sadece eski ve geniş ahşap evler ile dolu idi. Sütnine elimi sıkıca yakaladı ve beni camiye götürdü. Sokaklar, yüzü peçeli gençler, rengârenk çarşaflı kadınlar, ellerinde tespih çeken erkeklerle dolu idi. Her cami avlusu renkli ve kıymetli taşlardan yapılmış tespihler, çubuk, sigara ağızlıkları, kuru yemiş, baharat ve akla gelmeyen şeylerle doluydu. İmparatorluğun her bucağından kendi bölgelerinin kıyafeti ile gelmiş, kendilerine mahsus şive ile hepsinin ayrı bir makam verdiği sesle mallarını satan satıcılar vardı. Araplar’ın Mekke'den geldiğini iddia ettikleri kınaları, sürmeleri kapış kapış satılıyordu.”(s.58)

Süleymaniye Camii bu küçük çocuğu adeta mest etmiştir ve yıllar sonra da bu mimarideki sadeliği ve ustalığı hep büyüleyici bulacaktır. Yazarın unutamadığı başka bir şey de bu ilk vaazdır:

“Solgun yüzlü, gözleri ateş saçan bir vaiz, her insanı ebedi bir cehennem ateşine mahkûm ediyor ve yeryüzünde cenneti hak edebilecek kimse yokmuş gibi konuşuyordu. Belki de mantık icabı, insanın son durağı -onun kanaatince- cehennem olduğu için, muhtelif yerlerini, azabın her şeklini, erişilmez ve tabii sanatkâr kudreti ile çiziyordu. Her halde dünyada da ahrette de sonsuz ve çeşitli azaplara maruz ve mahkûm olduğunu kalabalığın kafasına yerleştirmek istiyordu. Uzun ve bol siyah cübbesinin içinde kolları bu karanlık istikbali gösteren hareketlerle inip kalkıyor, sesi bir yanardağ alevi gibi etrafa korku saçıyordu. Bu gün, söylediklerinin, hareketlerinin bir sanatkâr kudretiyle ifade edilen birtakım korkunç manasızlıklar olduğuna inanıyorum. Ben korktum, sürünerek Bacı'nın yanına gittim, çarşafının içine saklandım. O anda, din bana müphem ve korkunç bir şey gibi görünüyordu.” (s.59)

Kitapta adı geçen Saraylı Hanım Teyze’nin Halide’nin üzerindeki etkisi çok büyüktür. Saraylı Hanım teyzesi ile babası evlenmiştir. Kitapta çok sık geçen Afrika Seyahatnamesi’ni yazara o vermiştir. Ona okuma zevkini ve alışkanlığını kazandıran da bu kitaptır.

Halide henüz 5 yaşındayken okula başlar. Dönemim eğitim anlayışını ortaya koymak açısından okula başlama merasimi olarak yazarın değindiği şu hatırayı da anmakta yarar vardır:

“O günlerde mektebe başlama merasimi çok cazipti. Kızlara ipekli, süslü esvaplar giydirirlerdi, göğüslerine sırma işlemeli içlerinde elifba cüz'ü bulunan keseler asarlar, arabaya bindirirler, ayaklarının altına ipekli bir yastık koyarlardı. Başlanacak mektebin çocukları, arabanın arkasından gelirler ve öndeki büyük çocuklar ekseriyetle:

Şol cennetin ırmakları,
Akar Allah deyu deyu.
Cennette huri kızları,
Gezer Allah deyu deyu!

diye çocukluğumuzun en meşhur ilahisini söylerler, her mısraın arkasından küçükler de «amin, amin» diye alaya katılır ve gırtlaklarını patlatıncaya kadar bağırırlardı. Sokaklarda alay geçerken başka çocuklar da sürüye katılır, mektebe kadar giderler. Mektebe başlayacak çocuk, hocanın elini öperek elifbayı tekrar ederdi. Ondan sonra bütün çocuklara lokma ve çil para dağıtılırdı. Artık ertesi sabahtan itibaren mektebin kâhyası gelir, mahallenin mektebe giden diğer çocukları ile birlikte onu da alır mektebe götürürdü. Bu alay, düğün merasimi kadar mühim sayılır, aileler çok para sarf eder ve Osmanlı devrinin sisteme bağlı içtimai yardım hissine uyarak, o mahallenin birkaç fakir çocuğu da mektebe verilir, masrafları görülürdü.” (s.69)

Anılarda geçen gelenekçi okullarda muallimlerin tamamı dayak atmaktadır. Üstelik bu dayak hafifçe atılan bir tokattan çok daha şiddetlidir.

Bu arada Afrika Seyahatnamesi’ni bulunduğu kütüphaneden aldığı Serencam-ı Mevt adlı bir kitap ahiret hayatını ele alışı bakımından onun ruh hali üzerinde son derece olumsuz tesir bırakır. Yıllar sonra bile yazar bu kitapta anlatılan korkunç cehennem sahnelerine dair dizeleri ezberinden silememiştir. Elbette burada din öğretiminin geleneksel anlayışla verilmesi de yazar tarafından sakıncalı bulunur. Nitekim kitabın sonuna kadar defalarca tütsülü, büyülü, üfürüklü İslam anlayışının o dönem toplumunun her kesiminde itibar gördüğüne şahit olmaktayız. Yazar bunları olumsuz ve yanlış bir inanç olarak verir.

Eserde Abdülhamit döneminin baskıcı uygulamalarına sıkça değinilmektedir. Hemen herkesin birbirinden korktuğu, güvensiz bir sokak hayatının insanları nasıl sindirdiği üzerinde de durulmaktadır. Devir Abdulhamid’i tutanların devridir ve bütün muhalifler susturulmuştur. Toplumda bu dönemin biteceğine dair en ufak bir umut bile yoktur. Nitekim II. Meşrutiyet ilan edildiğinde buna kimse inanamamıştır.

Seçkin bir muhitte büyüyen yazar çocukluğunda küfürlü konuşmanın ona çok cazip geldiğini dile getirir. Bu yüzden onu asla kırmayan babasından unutamayacağı bir azar işitmiştir. Aslında kullandığı küfürlü kelimelerin anlamını bile bilemeyecek yaştadır. Ancak sakıncalı gösterilen sokak dili ona çekici gelmiştir.

Kurtuluş savaşı döneminde, cephe gerisinde milli mücadele içinde neredeyse adını duyduğumuz bütün şahısların bir hikâyesi vardır bu eserde. Örneğin Çerkez Ethem, çetesinin koyun çalmak için yetiştirdiği köpeği Halide Hanıma hediye ettiğini öğreniyoruz. Yazarın köpeklere karşı özel bir sevgi beslediği muhakkaktır. Zira babasının da evde beslediği Flora adlı bir köpeği vardır ve küçük kızın en iyi arkadaşıdır. Üstelik evde babası ve kendisinden başka bu köpeği isteyen de yoktur. Çünkü namaz kılanlar köpeği odalarına sokmamaktadır.

Eserde önemli bir trajedi, yazarın genç yaşta ölen Kemal Dayı’sının hikâyesidir. Dayısının ölümüyle sarsılan yazar, ardından bu olaya dayanamayarak aynı hafta içinde ölen dedesine çok üzülür. Artık Mor Salkımlı Ev’den taşınma vaktidir. Bu evde hatırladığı son şey ise anneannesine Mahmure’nin etkisiyle yalan söylemesidir. Bu yalanın sindiremeyen küçük kız intikamını çok acımasızca alır: Ablası Mahmure’ye gözlerini kapatırsa ağzına şeker koyacağını söyleyen Halide, şeker yerine avucunda sakladığı solucanı ablasının ağzına tıkar.

Artık yazar Üsküdar’da oturmaktadır. İbrahim Paşa Konağı’na taşınmışlardır. Yeni evde kapı komşuları olanlar arasında o sıralarda Ruşen Eşref’e hamile olan Lütfiye Hanım da vardır. Burada Eğinli Ahmet ile tanışır. Kendisi okumuş, güngörmüş, kurnaz ve çok zekidir. Türk Halk Edebiyatı’nı çok sever ve Halide’ye sürekli parçalar okur. Yabancı dil özentisinin aşırı olduğu bu dönemde Türk Edebiyatı’nın ruhunu keşfedip onu kavramayı Eğinli Ahmet’ e borçludur. Eğinli Ahmet Ağa tam üç yıl Halide’nin lalası olmuş, Battalgazi, Danişment Gazi destanları ve Hz. Ali cenk-nameleriyle adeta bu küçük kızın ruh dünyasının mimarı olmuştur. O, hayatı boyunca bu edebi zevkin etkisinde kalacaktır.

Bu arada ikinci kardeşi dünyaya gelmiştir. Babası daha sonra abla ve teyze dediği iki kişiyle daha evlenir. Bu iki gelin anlaşamazlar. Daha sonra babası ablayı çocuklarıyla birlikte Mor Salkımlı Ev’e gönderir. Yazar kitap boyunca çok eşlilik olan “taaddüd-ü zevcat”ı şiddetle eleştirmektedir. Aslında kendi hayat hikâyesi de bu tutumda etkilidir. Çünkü babası üç kez evlenmiş ve üstelik abla ve teyze dediği iki üvey annesi evde ciddi huzursuzluklara sebep olmuş, nitekim teyze dediği üvey annesi kısa süre sonra boşanmıştır. Yıllar sonra evlendiği kişi de ikinci bir eş almak isteyecek ve 9 yıllık evlilik sona erecektir.

Ayrıca burada Eğinli Ahmet’le gittikleri tiyatroları anlatırken aslında yazarın dönemin tuluat tiyatrosu geleneği içinde yer alan tüm kişileri de şahsen tanıdığını da öğrenmekteyiz. İbiş olarak ünlenen Abdürrezzak, Ermeni Manakyan, Kel Hasan bu kişilerdendir. Yazar Sinekli Bakkal’daki Kız Tevfik’in bu akşamların kendisinde bıraktığı izlenimlerin sonucunda ortaya çıktığını söyler. Halk tarafından rağbet gören Abdürrezzak Efendi Abdülhamit tarafından tehlikeli bulunmuş ve halktan uzaklaştırmak için saraya alınmıştır.

Mahmure daha on ikisine basmadan ilk görücüleri gelmiştir. Yazar bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Bu ilk görücüler geldiği zaman Mahmure abla ceviz ağacının en yüksek dalında idi. Onu indirmek, görücüye çıkmaya razı etmek için başta Haminne olmak üzere bütün ev halkı ağacın altında durdu, yalvardı.” (s.90)

Halide Edib’in hayatında annesinin ilk kocası olan (Mahmure’nin babası) Ali Şamil Bey’in de yeri önemlidir. Ali Şamil Bey dönemin ünlü Kürt aşiretlerinden olan Bedirhanîlerdendir. Babası Bedirhan Paşa Abdülhamit tarafından on karısı ve kırk oğlu ile idareten İstanbul’a getirilmiş, oğullarının en küçüğü olan Ali Şamil Bey o zaman on beş yaşında olan Halide’nin annesiyle evlenmiştir. A.Şamil Bey Mor Salkimlı Ev’e iç güveysi girmiştir. Kardeşleri eve daima misafir gelir, içki içer ve bu dindar evin manevi huzurunu bozarlar. Çok azıtınca bellerinden tabancalarını çıkarıp ateş ederler. Evin büyükbabası bu duruma daha fazla tahammül edememiş ve kızını geri almıştır. Yazarın babasının, annesiyle evliliği son derece ilginçtir:

 “Bu izdivaçtan biraz zaman geçtikten sonra, Türk adliyesinin en güzide ve ahlak bakımından en yüksek simalarından olan Lebib Efendi'nin riyasetinde, Mekke'de çıkan bir kargaşalık hakkında tahkikat yapmak için bir komisyon gönderilmiş. Bu tabii benim doğmamış olduğum bir tarihte geçmişti. Bu komisyonda Ali Şamil yeni şeriflerin yaveri, babam ise komisyonun kâtibi imiş. Nihayet Mekke'ye varmışlar. Bu aralık, Mekke'de daimi olan koleraya nasılsa Ali Şamil de tutulmuş. Tabii herkes yerinden kaçmış, sadece yolda arkadaşlık ettikleri genç kâtip Edib Bey yanından ayrılmamış ve ona bakmış.

Bu vak'a adeta bir dram çıkarılabilecek kadar gariptir. Bunu bana çok sonraları, Ali Şamil Paşa'nın kendisi anlattığı zaman büyük bir alaka ve heyecanla dinlemiştim. Babam onun, annemin ilk kocası olduğunu biliyor, fakat o, babamın kendisine halef olduğunu bilmiyormuş. Sadece ona karşı içinde yakın bir arkadaşlık hissetmiş, hastalığında gösterdiği fedakârlığı hiç unutmamış. Nihayet kendisinin ölmek üzere bulunduğunu hissetmiş, genç arkadaşına saatini ve eşyasını alarak İstanbul’a kendisini vaktiyle zorla ayırtmış oldukları Ali Efendi'nin kızı Bedirfem Hanım'a götürmesini vasiyet etmiş. Babam da Bedirfem Hanım'la kendisinin evlenmiş olduğunu, küçük kızı Mahmure'yi kendi kızı gibi büyüttüğünü söylemiş. Ali Şamil ölü haline geldiği zaman, babam kendi kürkünü onun üstüne örtmüş ve başucunda oturmuş, beklemiş. Fakat Ali Şamil ölmemiş ve bu kürkü hatıra olarak yıllarca saklamış.

Ali Şamil'in hayatı bazen parlak bir ikbal içinde bazen da karanlık bir felaket içinde geçmiştir. Bütün bunları seneler sonra, Sultantepesi'nde bana kendisi anlatırken daima gözlerinden yaş akardı. Annemden bir sırasını getirip mutlak bahsetmek isterdi. Annemden sonra dokuz defa evlenmiş olduğunu, fakat hiç bir kadının onun yerini tutmadığını, ömrünün son senelerini babam gibi iyi bir insanla geçirmekten memnun olduğunu söylerdi.” (s.95)

Yazar kitabın bir yerinde Ali Şamil Paşa’nın kardeşlerinin zıt zümrelere tabi olduğunu söyler.  Vatanın istila günlerinde memleketten ayrılan Paşa’nın kardeşlerinden birinin Mahmure’ye: “Sen de bizimle gel, Kürdistan’ın kraliçesi olursun.” dediğini yazar. Fakat Mahmure bunu kabul etmez. (s.123)

Yaşı küçük olmasına rağmen Halide koleje gönderilir. Fakat öğretmenlerinin tavsiyesiyle okuldan alınır. Tekrar Mor Salkımlı Ev’e ailecek taşınmıştır. Babasının evi dekore ederek kendisiyle ilgilendiğini hissettirmesi, yazarı duygulandırır. Ama Mor Salkımlı Ev’den eskisi gibi zevk alamamaktadır. Ancak kitabın bu kısmında yazarın dinle ilgili görüşleri yoğunluk kazanmaktadır. Bir taraftan İslam’ı öğrenmekte, diğer taraftan devam ettiği Amerikan Koleji’nde İncil’i incelemektedir.  Özellikle Mevlid’in kendisini büyülediğini vurgulamaktadır.

Mahmure abla on beş yaşında evlenmiştir. Üç çocuğuyla yeni bir evde oturmaktadır. Ev ikiye bölünmüştür. Teyze ile Haminne bir tarafta, abla ve ailesi diğer taraftadır. Bu arada yazara Habeşli bir halayık olan Reşe gelmiştir. İlk başlarda bu halayıkla anlaşamasa da belli bir süre sonra anlaşmaya başlarlar. Aslında başlangıçta nerden geldiğini bile bilmeyen bu Habeşli kızla aynı odada yatmaktan bile korkmaktadır. Çünkü kız kardeşi Nilüfer’le, bu kızın yamyam olabileceğini düşünmektedir. Oysa çok sonraları Reşe de o ilk gece, onlar hakkında aynı şeyi düşünmüş ve bu iki kızın yatmasını beklemiştir. Reşe, esirciler tarafından çalınmasını, bu acılı hikâyesini Türkçeyi öğrendikten sonra anlatabilmiştir.


Aldığı Arapça dersleri sayesinde okuduğu sureleri anlamak Halide’ye büyük haz verir. Kitabın birkaç yerinde Fatiha suresinin Türkçesini okurken duyduğu huzurdan uzunca söz eder ve herkesin bu yolu tercih etmesini ister. O, bu yöntemi Şükrü Hoca’dan almıştır. Daha sonra gelen İngiliz hoca kendini yazara başka sevdirir. Daha çok eğitim hayatına değinen yazar ikinci defa koleje başlamasıyla Mor Salkımlı Ev’deki maceraları tekrar son bulur.


Yazar artık 15 yaşındadır. Küçüklüğünden beri olgun insanlarla ve yaşlılarla olan muhabbetinden ve alakasından dolayı onlar gibi düşünmeye başlamıştır. Yazar, öbür gençler gibi bir gençlik yaşamamıştır. Bu yıllarda dönemin ünlü düşünürleri ile sohbet arkadaşlığı yapmıştır. Bunlar arasında daha sonraları dost olacağı Rıza Tevfik de vardır.


İkinci defa kolej hayatı ona yaramıştır. Öbür dinlere olan merakını gidermek adına iyi olmuştur. Çeşitli hocalarından bahseden yazar tüm derslerinde başarılıdır. Bir tek matematik dersi iyi değildir. Daha sonra kendisine özel ders veren Salih Zeki Bey’den evleneme teklifi alır. Yıl 1900’dür. Babası önce karşı çıkar; fakat sonra kabul eder.

Okulda arkadaşları arasında kimin önce evleneceği ile ilgili yapılan yorumlarda hemen herkes Halide’nin hiç evlenmeyeceği kanaatindedir.  Fakat kader Halide’yi ilk sıraya koymuştur.
Evde Salih Zeki Bey’in önceki eşinden olan oğlu da vardır. Üvey oğluyla yazar mesuttur. Yazar akşamları İngilizce eserler okumaktadır. Batı edebiyatında en çok Zola’dan ve Shakspeare’den keyif almaktadır. Hatta Hamlet’in çevirisini bile yapar.

Bu arada Abdülhamid’in de Sherlock Holmes’u tercüme ettirip paravanın arkasından esvapçıbaşının bu kitapları sabaha kadar okumasını isteğini öğreniyoruz.  Bu dönemin siyasi hayatı açısından ilgi çekicidir.
Yazar anne olmak istemektedir. Fakat yirmisinden önce anne olması uygun değildir. Yirmisinden sonra iki çocuğu olur. Aynı zaman da Mahmure ablanın da beşinci çocuğu yoldadır. Fakat kocasını bulaştığı siyasi olaylardan dolayı evi ablukaya alınır. Bu siyasi olay şöyle nakledilir:

“Ali Şamil Paşa’nın yeğeni Abdürrezzak Bey, İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa'nın uşağı Ahmet Ağa'yı evine çağırmış, sokak tamir edilinceye kadar Ahmet Ağa'yı evinde hapsedeceğini söylemişti. Bunu haber alan Rıdvan Paşa, Abdulhamid’e şikâyet etmiş, Abdulhamid de barışmalarını, meseleyi kapamalarını emretmiş. Abdürrezzak Bey, Ahmet Ağa'yı salıvermemiş, Rıdvan Paşa'da yol amelelerini ellerinde kazma kürek Ahmet Ağa'yı kurtarmak için göndermiş. Iki taraf çatışmışlar, bazıları yaralanmış. Fakat biraz sonra sükûnet teessüs etmiş, herkes bunun çok sürmeyeceğini hissetmiş. Bir akşam babam Saray'dan mutaddan evvel, yüzü büyük bir keder içinde döndü. Rıdvan Paşa'nın, Ali Şamil Paşa'nın evinden uzak olmayan bir yerde öldürülmüş olduğunu söyledi. Katiller Üsküdar Kumandanı olan Ali Şamil Paşa'ya getirilmiş, bir gece hapsedilmiş, fakat Abdürrezak'ın müdahalesi ile sabahleyin serbest bırakılmışlardı. Bu, tabii Sultan Hamid'in huzurunu kaçırmış ve o gece Ali Şamil Paşa başta, bütün Bedirhanîleri yakalamışlar, Ali Şamil'in eline zincir vurularak o gece Trablusgarp'a sürmüşlerdi. Ali Şamil Paşa'nın konağının yanında Mahmure Abla'nın oturduğu ev de abluka edilmişti. Kapısında daima bir polis bekliyor ve kimseyi içeri sokmuyordu. Bütün ömründe eczacılığından başka bir şeyle meşgul olmayan zavallı enişte de aynı vapurda, elleri zincirler içinde nefyedilmişti.

Bundan sonra tabii hiç birimiz Mahmure Abla'nın evine gidemiyorduk. Bu günlerde Ali Şamil Paşa'nın bizim eve sık gelmesi dolayısıyla babamın da sürüleceği söyleyip duruyordu. Çünkü aylığını hak etmek veya yeniden Sultan Hamid'e sokulup bir şeyi elde etmek için önüne geleni jurnal eden bir hafiye ordusu vardı.” (s. 140)

Normal hayat devam ederken Sultan Abdülhamit’in kararıyla 1. Meşrutiyet ilan edilir. Meşrutiyetin ilanı yıldırım etkisi yaratır. Rıza Tevfik Meşrutiyet’in ateşli savunucularındandır. Meşrutiyet’in ilan edildiği bu ilk haftada Rıza Tevfik o kadar nutuk vermiştir ki sesi tamamen kısılmıştır. Yazar Rıza Tevfik’in meşrutiyet hakkında Kürt hamallarla yaptığı şu gülünç konuşmayı nakleder:
—Hamallar: Söyle bize meşrutiyet ne demektir?
—Rıza Tevfik: Meşrutiyet öyle büyük bir şey ki onu bilmeyen eşektir.
—Hamallar: Biz hep eşeğiz.
—Rıza Tevfik: Babanız da bilmiyordu. Siz eşek oğlu eşek olduğunuzu söyleyiniz bakalım.
—Hamallar: Hepimiz eşek oğlu eşeğiz. (s.149)
İşte yazar ilk olarak bu yıllarda “Tanin” adlı bir gazeteye yazmaya başlar. Gazetenin başında Tevfik Fikret vardır. Fakat kadınlarla ilgili görüşünü beğenmeyenlerden ilk tehdit gelir. “Tanin’e bir daha yazı yazmayacaksın. Yazarsan cezan ölümdür.” diye gelen tehdit her ne kadar yazarın gözünü korkutsa da o bu işten vazgeçmemiştir. Meşrutiyetin ilanında dolayı isyanlar başlamıştır. Meşrutiyet yanlısı yazara karşı oluşan tehditlerden dolayı, yazar ilk önce evinden hiç çıkmamaya başlar. Çünkü ölüm listesinde onun da adı vardır. Bu gericiler daha sonra Derviş Vahdeti önderliğinde 31 Mart Ayaklanması çıkaracaktır. Halide Edip için zor günler başlamıştır. Kendisini takip eden tetikçilerden Özbekler dergâhına sığınarak kurtulur. Yazar daha sonra Amerikan Koleji’ne sığınır. Hedefte olanlardan biri de ünlü yazar Hüseyin Cahit Yalçın’dır. Ayasofya önünde H. Cahit zannedilen Lübnanlı bir mebus öldürülmüştür.

Böyle saklanmakla olmayacağı anlaşılınca 1909 yılında mecburen memleket dışına gitmek zorunda kalır. Yazar ilk defa memleket dışına-Mısır’a- gider. Mısır’a çocuklarıyla giden yazar, bir dost vasıtasıyla otele yerleşir. O sırada etkili olan kızamık salgınına çocuğu da kapılır. Hastalık üzerine yazar kocasını Mısır’a çağırır. Kocası yanlarına gelince çok uzun tartışmalardan sonra dostlarının bulunduğu İngiltere’ye gitmeye karar veriri. Orada daha önce tanıştığı Miss Fry’ın ve birkaç arkadaşının daha yanında kalır. Bu arada Mahmut Şevket Paşa Makedonya’dan ordusuyla gelmiş, Abdülhamid’in ordusunu kolaylıkla yenmiş, Abdülhamit tahttan indirilerek yerine V. Mehmet geçirilmiştir.


Yazar İngiltere’deyken yaşadığı bir krizi de nakleder:

“İngiltere’ye gelirken yanımda olan para tükenmişti. Londra’dan ayrılırken Miss Fry'den bana İstanbul’dan gelecek herhangi mektubu hemen Oxford'a göndermesini rica etmiştim. Çünkü bana zarf içinde para gönderiyorlardı. Şayet İstanbul’dan para gelmezse Londra'ya dönmek için tren param yoktu. Bu bir hafta bir kâbus gibi kafama hâkim oldu. Ev sahiplerinden ödünç olarak yol parası istemek bana o kadar ağır geliyordu ki şayet hareket sabahına kadar para gelmezse intihar etmeye kadar vermiş bulunuyordum. Geceleri sabaha kadar uyuyamıyordum. Nihayet hareket sabahı bir zarf içinde bana İstanbul’dan beş İngiliz lirası geldiği zaman adeta yeniden doğmuş gibi oldum.” (s.170)

Yazar kısa bir süre sonra İstanbul’a döner. Pedagoji ile ilgili yazdığı yazılar dikkat çekmiş, Darülmuallimat'ı tetkik etmesi ve ne gibi değişmeler lazım geldiğine dair bir rapor hazırlaması rica edilmiştir. Münevver kadın sınıfının tedris meselesine yabancı kalmasını yazar şiddetle tenkit etmektedir. Yakın dostu Nakiye Hanım'la beraber Darülmuallimat’ı ziyaret eder ve bir rapor hazırlar. Onun eğitimle ilgili görüşlerini içermesi bakımından yazarın şu satırları önemlidir:

“Aksaray'daki eski Darülmuallimat o devirde en fazla Arabî, Farisi ve din dersleri ile meşgul oluyordu. Bunların ipkası zaruri olmakla beraber, yeni bir ilmi görüşle, yaşayan bir Garp diline, modern tedrisata ve tedris usulüne ihtiyaç vardı. Talebenin yeni bir görüşle, yeni dünyaya ayak uydurabilmesi için yepyeni bir talim ve terbiyeden geçirilmesi hayati bir mesele idi. Talebede bir mesuliyet hissi, hoca ile iş birliği etmeyi, aynı zamanda hocanın da daha açık fikirli olması, ifrata kaçan otoritesinin yumuşatılması lazım geliyordu. Zaman, bize hocayla talebe arasındaki muvazenenin ölçülü olmasının ne kadar elzem olduğunu ispat etmişti. Eğer bu tedris terazisinde hocanın otoritesi mutlakıyete ve talebeye hiç bir hak vermemek şekline kaçarsa genç nesilleri istibdada alıştıran bir sistem yaratırdı. Aksi olarak talebenin hürriyeti ve hakları ölçüyü kaçırır, terazinin gözünde ağır basarsa o zaman da fikir ve hareket sahasında talebe arasında bir anarşi husule getiriyordu. Hulasa, tedris sisteminin temelinin sağlamlığı tamamen bu muvazeneye bağlıdır.” (s. 174)

Halide Edip, Darülmuallimat’a tedris usulü hocası olarak girmeyi kabul eder ve beş sene müddetle idadide hocalık yapar.

Bu dönem Bosna-Hersek’in işgalini de içerir. Bundan dolayı Türkler Avusturya mallarını boykot eder. Böylelikle fes giyimi tümüyle sona ermiştir. Çünkü fesler Avusturya’dan gelmektedir. Yerli başlık giyimi başlamıştır. Trablusgarp’ın işgaliyle de İtalyan malları ve makarna boykot edilir.

Yazara dokunan acı bir olay ise kocasının tekrar evlenme isteği üzerine boşanmaları olmuştur. 9 yıllık evlilik hayatı sona ermiştir. Bu dönemde yakın dostları Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Talat Paşa, Enver Paşa, Dr. Nazım gibi milliyetçi kişilerdir.


Artık Balkan Harbi başlamıştır. Türk Ordusu Makedonya’da yenilmiştir. Bulgarlar Edirne’yi de almak ister. Savaşın bitmesi için Edirne’yi vermek niyetinde olan hükümet meşhur Babıâli baskınıyla düşürülür. Baskını yapanlar Enver Paşa, Talat Paşa ve Yanlarında getirdikleri üç yüz kişidir. Mahmut Şevket Paşa yeni kabineyi kurar. Ancak kısa bir süre sonra Paşa, muhalefet tarafından öldürülür. Yazar bu olayın tarihini 2 Haziran 1914 olarak verir. Oysa gerçekte bu hadise 13 Haziran 1913 tarihindedir.

İttihatçılar yapıcılığını kaybetmesiyle ülke çöküşe doğru gitmektedir. Yazar eğitim sisteminde belli bir kademeye gelmiştir. Yazar yönetimle anlaşmazlığa düşer ve Darülmuallimat’taki görevinden istifa eder. Daha sonra ısrarlar üzerine istifasını geri alan yazar, birkaç ay sonra söylemediği bir sebepten dolayı tekrar istifa eder.

Bu arada yazar, canından çok sevdiği Haminne’sini kaybeder. Yatağa düşen Haminne dokuz gün kadar yattıktan sonra vefat eder. Ailenin doktoru da yazarın 1917’de evleneceği Dr. Adnan Adıvar’dır.

Halide Edip evkaf okullarına büyük önem vermektedir. Bu okulların modern eğitim anlayışıyla tanzim edilmesi için teftiş görevini üstlenmiştir. Müdürlüğünü Nakiye Hanım’ın yaptığı bu okullardan birine Kenan Çobanları adlı bir piyes de yazmıştır. Eserin sahnelenmesinde Yahya Kemal ve Muhsin Ertuğrul da görev almıştır.

 Yakın zamanda Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Yazar millet aleyhtarı olmadığı müddetçe savaşa karşı çıkar.


Halide Hanım, bir müddet sonra Cemal Paşa’nın isteği üzerine birkaç öğretmen arkadaşıyla Arap Diyarı’na geçer. Buradaki eğitim ve öğretim hakkında inceleme yapması, rapor çıkarması, Lübnan, Şam ve Suriye’de okul açması istenmektedir. Yazar bu istek üzerine çölleri aşıp, birçok Arap ve İsrail şehrine gider. Yol arkadaşı Hamdullah Suphi Bey’dir. Yazar, raporunda Lübnan, Şam ve Beyrut’ta altı sınıflı birer mektep açılmasına karar vermiştir.

Aynı zamanda buraları gezip başından geçen olayları anlatır. Yolculuk esnasında Toroslar’da aşiretini kaybeden yaşlı ve yoksul bir kadının dramını, Arap çöllerinde ilk kez uçağa binmesini, merakla girdiği bir mağarada ölmüş bir Arap genciyle karşılaşmasını, Hz. İsa’nın mahkeme edilmek için götürüldüğü Istırap Yolu’nu ve daha birçok hatırayı da Arap Diyarı’nda geçirdiği bu günlere kaydeder. Yazar kitabın bu son bölümünde Arap diyarında açtıkları Ayin Tura Yetimhanesi’ne özel bir yer ayırır.

Yetimhanenin hali içler acısıdır. İçindeki Türk, Arap ve Kürt çocuklar pislikten bitlenip, açlıktan zayıf düşmüştür. Çocukların tamamı sahipsizdir. Durumları içler acısıdır. Çoğunun nerden geldiği bile belli değildir. Bu çocuklar, yemek sırasında hayvanlar arasında bile az görülen bir ekmek kapma savaşındadır. Yazarın eğitimdeki tecrübesi, deneyimi, fedakârlığı ve inanılmaz sezgileri kısa sürede vahşi bir hayvan sürüsüne benzeyen bu yetimleri tertip, düzen ve intizama sokar. Sınıflar, ünlü bir İtalyan kadın pedagog olan Montessori sınıfları şeklinde tanzim edilmiştir. Öğretmenlerin de ana ve baba olmuş kişilerden olmasını zorunlu kılar. Bu çalışmalarda Cemal Paşa’nın desteği de etkili olmuştur. Cephede bulunan Dr. Lütfü Kırdar Bey yetimhaneyi dezenfekte eder ve sonra da buranın müdürü olur. Yazarın bu bölümde naklettiği, bu yetimhaneye nerden getirildiği bilinmeyen küçük Jale’nin hikayesi en muhkem yüreğe bile bıçak gibi saplanan bir faciadır. Günde on altı saat çalışan yazar, daha sonra “Ayin Tura’daki hizmetim kadar ruhumu tatmin eden hadiseler pek azdır.” diyecektir.


Bu çalışmalardan sonra okulun çevresinde savaş olabileceği haberi gelir. Ama yazar ve öğretmenler okullar tatil olmadan hiçbir sebeple burayı terk etmeyeceklerini söylerler. Daha sonra yazarın gayretiyle okul en kısa zamanda tatil edilir. Çocuklar ise Kızılay’a bırakılır. Yazar ve arkadaşları İstanbul’a geri döner.